30 Ağustos 2012 Perşembe

BATTLESHIP

  2012 yapımı bir diğer Hollywood filmini Battleship'i anlatıyorum.Anlatıyorum dediysem öyle uzun uzadıya anlatacak birşey yok.Dünya'ya uzaylılar saldırır ve dünyayı kurtarmak her zamanki gibi Amerikalı,normalde sorumluluk nedir bilmeyen,sosyal hayatı sorunlu,it gibi serseri gibi bir herife düşer.Kişi de bir yandan dünyayı kurtarırken bir yandan karakterini düzeltir,kız arkadaşıyla arasını yeniden yapar falan...Neticede tam uzaylılara yenilmek üzeyken.hem cesur hem yakışıklı delikanlının zekası da birden açılır(o ara zemzem suyu mu içti,okunmuş pirinç mi yedi bilmem) klasik amerikan film mantığıyla bir yolunu bulup dünyayı kurtarırlar.
  Bak Rihanna'yı da oynattık filmde diye gözümüze gözümüze sokarcasına anlamsız ve olmasa olmaz sahneler de koymuşlar aralara,tam olmuş.
  Efektler falan baya iyi.Devasa uzay gemilerini,savaş sahnelerini gayet iyi kurgulamışlar ve ekrana yansıtmışlar ve yaptıkları tek iyi şey de bu olarak kalmış malesef.
Sonuç bu filme harcanan bir çuval paraya yazık olmuş.İzlenmez.

DARK SHADOWS

     2012 yapımı Dark Shadows isimli filmi henüz izlemiş bulunmaktayım.Zaten büyük bir beklenti içerisinde olmadığım bu film Tim Burton kusura bakmasın ama biraz şlap şlup olmuş gibi.Tamam,biliyorum milyonlar harcandığını bu filmlere,sabahlara kadar çılgınlar gibi çalışıldığını fakat,senaryo olsun,diyologlar olsun üzerinde pek de uzun süre çalışılmamış gibi.Yazık etmişler gül gibi konuya,oyuncu kadrosuna.
Film bildiğim kadarıyla daha önceki bir versiyonunun restore edilmiş hali,çok da araştırma gereği duymadım açıkcası,siyah beyaz,eski bir versiyonu vardı diye hatırımda kalmış.
      Baş rollerde Johnny Depp,Eva Green,Michelle Pfeiffer ve Helena Bonham Carter oynuyor.Güzel adam ve kadınlar var yani ekranda Tim Burton 'ın alışılmış gotik havasına ek olarak.
     Yeri gelmişken Tim Burton'ın Johnny Depp'i bu şekilde kılıktan kılığa sokmasında inceden inceye bir kıskanma seziyorum.''Dur şunun fiyakasını bi bozayım da benim de namım yürüsüncü'' bir tavır var gibi.Ama olmaması daha yüksek ihtimal tabi.Neyse.
   Film 1700'lü yıllarda başlıyor.Fragmanının seyrettiyseniz orada da anlatıyor,Barnabas (Johnny Depp) aşkına karşılık vermediği bir cadı tarafından (Eva Green) lanetleniyor ve bir vampire dönüştürülüp bir kaç asırlığına bir tabuta kitleniyor.Aşkın gücü ne kadar fazla ise intikam duygusu da o kadar yüksek oluyor tevekkeli.
   Bir paragraf da Eva Green için açayım.Kadının değişik,gizemli bir güzelliği var.Bu oyuncuyu ilk The Dreamers  filminde görmüştüm de Avrupa sinemasıdır,herzamanki gibi yetenekli,değeri bilinmeyen oyuculardandır diye düşünmüştüm.Sonra bir baktım Kingdom of Heaven 'da acayip bir güzellik.Bakışları delip geçiyor falan.Daha sonra aldı yürüdü zaten.Ama bendeki yeri ayrıdır.Ayrıdır derken eşimden dostumdan önde tutup,çoluğumun çocuğumun(henüz yok ama) rızkını da ona yedirtmem hayvanlar gibi,filmlerini izlerim,yeter.Abartılacak bir şey değil.
   Devam edeyim en iyisi.Lanetlenen ve hapsedilen Barnabas 1970 lerde Hippi çağlarında uyanır.Tabi herşey değişmiştir.İşte bu noktada iki yüz önce yaşamış bir insanın 70'lerin değişik yaşam biçimine olan şaşkınlığı üzerine espiriler başlıyor.Lakin o kadar yetersiz ki.İnanın çok daha güzel durumlar oluşturulabilirmiş.Yorum farkı diyelim.
   Sonra o cadıyla karşılaşırlar,Barnabas ailesinin ileri nesilleri ile yaşadığı kuşak çatışmasına küçük atıflarda bulunulur.Aşktı,rekabetti,ticaretti derken olaylar gelişir.
  Gelişmez olaydı da ben de yazmaz olaydım.İnsan biraz özenmez mi şu filme hayvan herif.Bak sinirlendim şimdi.Çok güzel bir film olabilirmiş.
   Yok fazla uzatmanın alemi yok.Oyuncular ve performansları çok iyi.Zira bu filmde oyunculuklarını göstermeyecekler de nerde gösterecekler.Ne de olsa herşey abzürt.(Bunu eleştiri amaçlı söylemiyorum.Filmin yapısı öyle.Mesala Johnny Depp Sleepy Hallow'da da benzer bir özgürlüğe sahip olarak show yapıyordu.Böyle filmlerde abartılı oyunculuklara müsamaha gösterilebilir.)Ancak film genel olarak pek de başarılı değil.Ancak nispeten idare eder.Öyle boş bir zamanda,geçen zamana pek de üzülmediğiniz bir pazar öğlesinde mesela yağ gibi akar gider.Geri de hiç bir şey kalmaz.

17 Temmuz 2012 Salı

BEING FLYNN

2012 yapımı Being Flynn isimli filmi anlatıyorum.
Flynn olmak şeklinde çevrilebilecek olan (Flynn soy isimiyle) filmimiz Robert de Niro'nun filmlerine hayır diyememem şeklinde vizyonuma girmiş ve sayfama aktarılmış bulunuyor.New York ya da ona benzer bir yerlerde geçen filmde Robert De Niro'ya Paul Dino başrolde eşlik ediyor.Bu Pual Dino isimli genç oyuncu,aslında pek de genç değil zira 1984 doğumlu,daha evvelinde The Good Heart filmiye oldukça ilgimi çekmiş ve The Will Be Blood ile iyice hafızama kazınmıştı.Yapılış sıralamaları tersi olsa da ben bu sırayla izledim.
   Velhasıl afişindeki zerafet,güneşin ters ışık olarak vuruşu,bir ilgimi çeken bir de hayranlık duyduğum oyuncu bir de özeti okuyunca kulağa iyi gibi gelen bir senaryo olunca izlememezlik edemedim.
   Jonhatan Flynn (Robert De Niro) Nick Flynn 'ın (Paul Dano) hiç görmediği babasıdır.Velet küçük iken baba evi terk eylemiş bir daha da dönmemiştir.Annesi de bunu tek başına büyütmüştür.Bu süre boyunca da Jonhatan oğluna sürekli mektuplar göndermiş ve bu mektuplarda kendisinin acayip bir yazar olduğunu ve ilerde klasik olacak bir kitap yazdığını,çok yakında başyapıtını tamamlayıp adını duyuracağını söylüyor.Tabi çocuklar büyüyünce küçüklüğünde nelere inandıklarına çoğu zaman hayret etmişlerdir.Bizim çocuk da neticede büyür haliyle ve babasının it kopuk bir yalancı olduğunu keşfeder.Lakin Baba yazar olduğu konusunda oldukça ısrarcıdır.Adamın ısrarı sadece bu konuda değildir,genel olarak ısrarcı,inatçı,hatta yüzsüz gibi çazgır gibi bir şeydir.
   Keskin sirke küpüne zarar derler ya işte ondan oluyor,Jonhatan kendini evden kovdurtuyor, fazlasıyla açık sözlü ve hırçın olduğu için de eski dostları da ona sırtını dönüyor ve ortada kalıyor.Son çare olarak oğlunu arıyor.Ama sadece eşyalarını taşımasına yardım etmesini istiyor.Yıllar sonra gelen bu tuhaf telefonla sarsılan Nick'in zaten henüz rayına oturtamadığı hayatı tamamen alt üst oluyor.
   Bir çok klasik romanda gördüğümüz baba nefreti konusuna bir giriş mi yapılacak gibisinden bir beklenti oluşturdu bende ama beklentilerim boşa çıktı. (Karamazov Biraderler)
   Adam fazla gururlu ve asi,çocukta babaya karşı bir öfke ve uyuşturucu eğilimi,pisliğe batmış hayatlar ve bir beklentisizlik içinden doğan bir papatya...(ne papatyası bu şimdi ben de bilmiyorum,içimden geldi işte.)
   Netice olarak filmin başında bende uyandırdığı derinlik ve beklentiyi karşılayamadı ise de nispeten naif bir film.Sakin bir akşam vakti huzur içinde izlenebilir.

6 Temmuz 2012 Cuma

THE TOURIST


   2010 yapımı The Tourist isimli filmi anlatıyorum.Girişte şunu belirtmeliyim ki çoğunun beklentisi yüksek olsa da ben tam beklediğim bir sonuçla karşılaştım.Johnny Depp iyidir,hatta aktörlerden favorilerimden biridir lakin,bu işin zorlama olduğu 5786 km den belli.Kapağa Angelina Jolie ile Depp i koyarız arkada Venedik manzarası,kız şahane oğlan fevkalade şehir şukalade olsun arada biraz da aksiyon,kovalama falan,karizmatik insanlar pek de komik olmasa da Johnny Depp tir adam,normaldir deyip sineye çektiğimiz şakalar,Angelina'nın güzelliği falan derken sonuna da süprizli bir son koyarız(yaklaşık filmin ortalarında kendini belli eden)tamam bitti gitti gibi bir bakış varmış gibi geldi bana.Ha milyon dolarlık organizasyonu bizim mahalledeki Çınar Kıraathanesinde mi konuşup tasarlamışlar da böyle düm düz bir plan bu.Hayır efendim.Aynı anlama gelen bir cümleyi farklı kelimelerle konuşup arada da gişe,seyircinin ilgisi,kadraj,süreklilik,estetik gibi kelimelerle süsleyince sanki çok mattah bir plan gibi geliyor kulağa,o kadar.
    Giriş dedim bütün nefretimi kustum,söyliceklerim bitti.Neyse madem öyle sadete geleyim.Olmamış.Güzel gibi başlıyor,sonra batırıyor.Senaryo üzerine oturup düşünmüşler(bir zahmet) belli ama sıradanlığın ötesine geçememiş.İyi denemeydi .
    Başka bir şeyler düşünürken ekranda güzel insanlar ve manzaralar görmek isterseniz öyle gözünüzü oyalayabilir.
   Sonuç tavsiye etmem,izlenmez.
   

THE GUARD

  2011 yapımı The Guard isimli filmi anlatıyorum.Başrollerinde In Bruge filminde de gayet beğendiğim Brendan Gleeson ve Don Cheadle oynuyor.Film İrlanda'da geçiyor.Gerry Boyle(Brendan Gleeson) bir İrlanda polisini canlandırıyor.İngiliz ,ya da İrlanda hangisi bilmiyorum belki ikisi de aynıdır, espiri anlayışı ile bezeli bir film.Beni güldürdü,gülerken de düşünmedim hiç,o iyi oldu.Hayattan hiç bir beklentisi olmayan,dolayısı ile herhangi bir kaygısı olmayan bizim polis  pervasızca konuşur,hakaret eder,aşağılar ve bunları doğal bir havayla yapar.
  Herşey güllük ve gülistanlık değildir velakin bir çete işlerini büyütmeye kara vermiştir.Burunlara pis kokular gelmektedir,çarşı karışır...ölenler kalanlar falan derken,her tike burnunu sokan FBI bir ajan gönderir.O da ajan Wendel (Don Cheadle)dir.Filmde söylediği kadarıyla ırkçılığın kültürlerinin bir parçası olduğu İrlanda'da bu zenci pek hoş karşılanmaz.Özellikle bizim polisin ırkçı sataşmaları ve bunu basit bir el şaksıymışcasına sürekli ve aldırmaksızın yapması ajanın işlerini bir nebze zorlaştırıken beni de bir nebze güldürdü.
Daha sonrası malum,işbirliği,çatışmalar,hem sevip hem nefret etmeler falan...olaylar gelişir işte.
Genel olarak güzel bir film.Değişik espiri anlayışlarına kapalıysanız büyük ihtimalle somurtarak izleyebilirsiniz. O kişilere tavsiye etmem.Senaryo olarak vasatın biraz üzerinde,oyunculuklar başarılı.Az kalsın unutuyordum..
Bunlar da bahis ettiğim çete,kötü adamlar.Onları ayıran bir özellikleri var ki daha önce pek rastlamadım.Bu bey efendiler icraata giderken felsefe konuşuyorlar,Bertrand Russell dan bahsediyor Nietzsche 'den alıntılar yapıyorlar...baya değişikler yani.
Bir yerde gözüme çarptı,bu filmi abzürtizmle bağdaştırmışlar,evet haklılar,öyle bir felsefi akım vardır ve cidden bu film de o türe girebilir.Albert Camus da iyidir yeri gelmişken.Onu da tavsiye ederim.
   Velhasıl kelam film güzel,film eylenceli,hoşca vakit geçirebilirsiniz,geçirmeye de bilirsiniz ama ben geçirdim.Oh ne ala.İzlenir.


4 Temmuz 2012 Çarşamba

THE GIRL WITH THE DRAGON TATTOO

   2011 yapımı The Girl With The Dragon Tattoo filmini anlatıyorum.Yönetmeni David Fincher olan bu film esasen bir roman uyarlaması.Kitabını okumadım,büyük ihtimalle de hiç okumayacağım ama filmin güzelliği safi yönetmenin başarısı değildir kanımca,bu Danimarkalı yazarında bir etkisi vardır elbet.
   Film Danimarka'da geçiyor ya da Norveç ,İsveç'de olabilir, tam hatırlayamadım ama herşey köşeli tek renk bir klas bir soğukkanlılık,nasıl desem...böyle bir İskandinavlık var işte heryerde,sokaklarda evlerde yollarda falan...Sosyal bilmem ne bozukluğu olan dövmeli piercing li asi kızımız Lisbeth (Rooney Maya) araştırmacı gazeteci gibi bir şey.Bizim Savaş Ay gibi değil tabi,biraz daha farklı bir tarzda çalışıyor kendisi.Esas oğlanıda James Bond oynuyor adı da Mikael Blomkvist.Bu herif de gazeteci.Yaptığı bir haberden dolayı başı belada.Ama daha belanın ağa babası bekliyor onu.Daha sonra gizemli bir herif buna başka bir olayı araştırması için bir teklifle geliyor.Yanlış hatırlamıyorsam bu iş karşılığında Mikael'in başındaki beladan kurtulması için yardım edeceğini vaad ediyor.Daha sonra kız da işin içine giriyor, olaylar gelişiyor.Gerisini izleyin artık.Söylemeyim.

   
Bizim sevimli asi kız da bu işte.Aslında
pek de sevimli değil ya neyse..








 Film cidden güzel.David Fincher zaten iyidir biliyorsunuz ya da bilmiyorsunuz,bilmiyorum.Herzamanki performansı.Kamera açıları,renkler ve genel tema gayet güzel bir uyum sağlamış.Oyunculukar da gayet başarılı.İçimde genel olarak siyah giyinip,bir racing motora binip gece yarısı evden çıkma isteği uyandırdı nedendir bilinmez,motorları da hiç sevmem bi de...


Sonuç olarak güzel.Tavsiye ederim,izleyin.













1 Temmuz 2012 Pazar

THE WAY BACK

2010 yapımı The Way Back isimli filmi anlatıyorum.Baş rollerinde Ed Harris ve Colin Farrell gibi ünlü oyuncuların paylaşıtğı filmimizde tanımadığım bir kaç adam ve pek de güzel olmasa da dönemin ve mekanın gerçekciliğini yansıtan bir kız filmin esas oğlan ve kızları.Hollywood yıldızları yan rollerde aslında.Film Stalin dönemi Sovyet Rusya'sında Sibirya'daki bir esir kampında geçiyor.Stalin'in katı ve acımasız(kendine göre haklı nedenleri olabilir,bu konuya girmeyeceğim.)yönetiminde amiyane tabirle yan bakanı esir kampına yollamışlar.Kampta tabi sefalet açlık diz boyu...
   Filmin ilk sahnesindeki sovyet subayının söylediği gibi; bu kapta dikenli tel yok,sizi kaçarken vuracak keskin nişancılar da yok,çünkü sizin hapisaneniz Sibirya.Az çok dünya haritasını eline almış herkes bilir ki Sibirya denen yer eşşeğin bilmem neresi kadar geniş ve buzlu bir arazidir,git git bitmez,yani ya yolda donarsın ya da kurtlar falan yer,yok yani olmaz...Baş roldeki elemanın içi ümit dolu,diyor ki ben karımı görecem,burdan da kaçacam.Yaparsın yapmazsın derken,yanına onunla gelmeyi kabul eden bir kaç kişi daha alıp kirişi kırıyorlar bir gece vakti.İşte bu da Sibirya'dan Tibet'e kadar uzanana gerçek bir hikayeden esinlenilme bir filmin girişi oluyor.
   Oyunculuklar iyi.Ed Harris Amerikalı bir mahkum rolünde,babacan bir tavırlar falan,Colin Farrell desen bir İrlandalı için inanılmaz bir Rus aksanlı İngilizce konuşuyor.(ki kendisinin göğsünde Stalin ve Lenin dövmesi vardır bu filmde.Neye inandığını bilmeden inanan,aslında sadece kendini ait hissedeceği bir şey arayan bir serseriyi canlandırıyor.Aslına bakarsan it gibi kopuk gibi bir rol,eve sokulmucak cinsten bir herif)Diğer elemanlar da iyi işte.Polonyalı olduğu aklımda kalmış olan bir kız var.O da acıklı bakışlarla falan içimize işliyor
   Genel olarak iyi yani.Hoşca vakit geçirilcek bir film olmasada ilham verici ve etkileyici bir hikaye.
    Sonuç izlenir.