25 Nisan 2011 Pazartesi

HARRY BROWN

2009 yapımı Harry Brown filmini anlatıyorum.Filmin ve adamın adı olan Harry Brown'dan da anlaşılabileceği gibi,Mr and Mrs Brownların memleketi(en azından biz öyle öğrendik lisede)İngiltere'de geçen bir film.Daniel Barber diye bi yönetmenin işiymiş,tanımam kendisini ama iyi iş çıkardığını söyleyebilirim.
Başrolde Micheal Carine oynuyor.Adını bilmezdim orda burda yancı olarak sıkca görülen bir beyfendi.Özellikle Batman'ın sağdık uşağı ve Batman'in deyimi ile sahip olduğu tek ailesi Alfred olarak tanınır.Batman The Dark Knight,Batman Begins,Prestige,Children of Men,Inception gibi yüksek hasılatlı filmlerde orda burda gözükür.Ayrıca iki Oskarlı bir oyuncudur.Zaten baktın mı belli oluyo tipten,''Tecrübeli aktör,yaşlı kurt,genç ihtiyar'' falan filan...Daha fazla tiğe almadan filme geçeyim.
Olay İngiltere'nin söylenmeyem bir kentinin varoşlarında geçiyor.Tabi bizim varoş denince aklımıza gelen manzaradan biraz farklı orda varoşlar.Yüksek apartmanlar,tertemiz ve geniş kaldırımlar,parklar bahçeler falan muazzam.Ama insanı pis sadece.Bizim varoşları o hale getirseler psikolojik nedenlerle,suç yüzdesi yarı yarıya iner diye düşünüyorum.O kadar düzgün sokaklarda insan kendine bi çeki düzen verir ister istemez.Bi önünü ilikler belki de.Belki de yapmaz bilemiyorum.Denemek lazım ama.İşe yarayabilir.Yani kavga etmeye gittiğinizi düşünün ona buna küfrediyorsunuz,yanlışlıkla bi restoranta giriyorsunuz.Klasik müzik çalıyor,herkes smokin giymiş.Bi düzeltirsiniz kendinizi,sesiniz bi alçalır,geçiçi de olsa bi bi kibarlık takınırsınız.Etkisi vardır muhakkak.Tabi bu örnekte insan etkisi ve baskısı da var ama sadece ortam bazında bakılınca da etkisi yok sayılamaz.
Baştan alıyorum.İngiltere'nin,töhmet altında bırakmamak için söylenmeyen bir kentinin varoşlarında yaşamaktadır Harry Brown.Kendisi,bizim değimimizle askerliğini komando olarak yapmıştır,savaş zamanı kelle almıştır...Yani filmde söylediği gibi eski bir''Marine'' (deniz komandosu) 'dur.Bunu başta söylemez tabi.Harry oldukça yaşlanmıştır.Artık huzurlu bir hayat yaşıyordur.Emekliliğinin tatını çıkarıyordur.Sokaklar da itten serseriden geçilmiyodur ama,hergün bi cinayet,bi silah ya da uyuşturucu ticareti,hep bi vukaat yani.Hatta bazılarına da şahit olmaktadır Harry ama etliye sütlüye karışmaz.Tek aradığı huzurdur.Bunun da yine yaşıt bi kankası vardır.Bunla gidip satranç oynarlar mahallenin birahanesinde.Tabi bizde kıraathaneye tekabul ediyor bu.Yanlız bunlar çay yerine bira içiyorlar, o da kültür farkı diyelim.Neyse bunun kanka bi gün dellenir mahallenin serserilerine,çünkü sürekli sataşıp pis şakalar yapıyorlardır kendisine(posta kutusuna köpek dışkısı atmak gibi).Yani espiri anlayışları da şahanedir.
Bir gün Harry'nin kapıya polis dayanır,derlerki senin kanka öldü,mahallenin itleri öldürmüş gece.Elemanları tutuklarlar fakat kanıt bulamazlar ve serbest bırakırlar.Bunu duyunca Harry'nin o saat kayış kopar.Yeminini bozar.Artık polise güvenemez.Kendi işini kendi yapmaya karar verir.Filmin afişinde de yazdığı gibi (Every man has a breaking point) ''Her adamın bir dayanma noktası vardır''.İşte o noktaya varmıştır Harry.Bardağı taşıran son nokta budur.Harry hergün hastanedeki karısını ziyaret ederken serserilerle karşılaşmamak için sabırla yolunu değiştirmiştir ama daha fazla buna katlanmayacaktır.
Harry önce izler,analiz eder ve harekete geçer.Yerel,maskeli bir halk kaharamının işi gözüyle bakar medya Harry'nin yaptıklarına.Polis onu aramaya başlar,kötü çocuklarda,şehirde kaos ortamı oluşur.Fazla anlattım bu sefer galiba.Bu kadarı yeterli senaryoyla ilgili.
Bir anda iman gücüyle çocuklarının,eşinin,bilmem kimin intikamını alcam diye bütün şehri yakıp yıkan inanılmaz planlar yapan üç beş kişiyi aynı anda döven emekli komando filmlerinden değil.Onu da atlamadan söyleyim.Olaylar gayet mantıklı ve makul.Bu açıdan da güzel.
Sonuç: İzlenir.

18 Nisan 2011 Pazartesi

HE GOT GAME (Oyunun Hakimi)

A Spike Lee Joint yazısı ile başlar filmimiz, her filmi gibi yönetmen Spike Lee'nin.Spike Lee sıkı bir NewYork Knicks taraftarıdır ve Nba'da playoffların başladığı şu sırada kendisini en ön koltuklarda görebiliriz her Knicks maçında.Amerika'da gayet meşhur bir şahısdır kendisi.Genellikle kenar mahalle kültürü,zencilere yapılan ikinci sınıf muamele ve Basketbol üzerine filmleri meşhurdur.Yanısı sıra 25. Saat ve Inside Man gibi farklı türdeki filmleri de mevcuttur.Özellikle 25. Saat'e bir ara değinmeliyim.Sevdiğim filmlerdendir.
Başrolde Denzel Washington ve şu an Boston Celtics'de profesyonel basketbolcu olan Ray Allen oynuyor.Afişte konu gayet güzel özetlenmiş.The Father,the son and the holy game.(Baba oğul ve kutsal ruh üçlemesini,baba oğul ve kutsal oyun şekline getirmişler,gayet güzel olmuş) Jake (Denzel Washington) Jesus'ın (Ray Allen) babasıdır ve Jesus'a basketbolu öğreten de o dur.Fakat araları kötüdür.Anneleri öldükten sonra kız kardeşine tek başına bakmıştır Jesus.O sırada babası ise hapistedir.Çünkü annelerinin ölümünden o sorumludur.Jesus bu sebepten dolayı babasını hiç aaffetmez.Tabii ki bu süreç Jesus'u oldukça olgunlarştırmıştır.Yıllar sonra Jake'i şartılı şekilde salıverirler.Tekrar hapise dönmemesi için önüne konulan şart ise oğlunu bilmem ne kolejine gitmesi için ikna etmesidir.Jesus lise basketbol takımında oldukça dikkat çekmiştir,çok büyük bir yıldız olması bekleniyordır ve Amerika'da böyle tipleri kolejler almak için sıraya girerler.Çünkü bu çocuklar birer değerdir kendileri için,okullarının reklamıdır.Ayrıca Kolej Basketbol Ligi'nin Amerika'da seyirci ortalamaları inanılmazdır.Gayet populerdir yani.
Velhasıl kelam herkes Jesus için kendi planlarını yapmışdır.Paranın kokusunu alan bütün eş dost Jesus'un aklını çalmak için bi yerlerden para almışlardır.Ancak Jake onlardan farklıdır.Çünkü o ,bu işi para için değil özgürlüğü için yapıyordur.Peki sadece babası olmak yaptığı bütün kötülükleri unutturup,Jesus'un onun için hayatının en önemli kararını onun istediği şekilde yapmasına yetecek midir ?
Jesus sadece yaşadığı kötü mahalleden değil aynı zamanda bu çirkinliklerden kurtulmanın tek yolunun yine basketbol olduğunu bilmektedir.Ama bir tercih yapmalıdır.Baskı inanılmaz büyür.
Film NewYork'un Coney Island denilen bir bölgesinde geçiyor.Yaşadıkları ve yer göz önüne alarak bu film ünlü basketbolcu Stephan Marbury'nin hayatını anlattığını söyleyenler de var.Marbury'nin bir dönem Newyork Knicks forması giydiğini de düşünürsek Spike Lee'nin bunu yapabileceği düşünülür.
Bu arada eklemem gerekiyor Ray Allen filmde gözüktüğü kadar büyük bir basketbolcu değildir ama iyi oyuncudur.Burda görüyoruz ki aktör olarak da gayet başarılı.Tabi daha önce böyle bir deneyimi olmayan bir basketbolcu için başarılı.Yoksa genel olarak bakıldığında çok da iyi değil.
Basketbolla ilgili hoş bazı ayrıntılar da mevcut filmde.Birini anlatayım.Jesus adından memnun değildir.Çünkü küçükken mahallede çocuklar bununlar dalga geçmişler.Jesus İsa demektir.''Jesus save us''(isa bizi kurtar) gibi ilahi sözler söyleyerek sürekli alaya alırlar bunu.Bu da babasına neden adını Jesus koyduğunu sorar,babası hapisten çıkıp onu ikna için geldiği görüşmelerinin birinde.O anda söylemez ama bir sonraki görüşmelerinde kafadan anlatmaya başlar:
-Bütün zamanlarda en seviğim oyuncu Earl Monroe'dur (60 lı yılların sonunda inanılmaz işler yapmış,döneminin en iyi basketbolcularından biri,halen adı saygıla anılır Nba aleminde) takma adıyla Earl The Pearl çok iyi oynardı,bilmem kime bilmem kaç sayı atmıştı...falan filan anlatır.
-Earl Monroe sokakta oynarken ona ne derlerdi biliyor musun ? Ona Jesus derlerdi.Çünkü öyleymişcesine oynardı.Daha sonra medya ona Black Jesus (siyahi isa) demeye başladı.Sanki İsa gerçekte zenci olamazmış gibi önüne ''siyah versiyonudur'' etiketini yapıştırdılar ama olsun
Burda Spike Lee'nin yorumunu görüyoruz.Gerçekten hoş.
Son olarak Soundtrack'e değinecem.Müzik seçimleri gerçekten güzel.Özellikle filmin ana müziği ,filmin sonunda tamamı da çalıyor yazılar akarken,Public Enemies'den He Got Game,filmle aynı isimdeki şarkı.Film mi şarkıyla ismini verdi yoksa şarkı mı filme bilmiyorum ama güzel uymuş.Şarkı da Jefferson Airplane'in Stop Children What's That Sound isimli şarkının uyarlmasıdır.Orjinal olarak da Lord of War filminin giriş müziği olarak kullanılıyor.Bu filmdeki versiyonunu da alta ekledim.Onu da tavsiye ederim.
Sonuç.Basketbola gönül vermiş, hele de benim gibi 90'lı yıllarda da takip ediyorduysanız kuvvetle tavsiye ederim.Bu sporla çok da alakadar olmayan izleyiciye de film olarak güzel olduğunu söyleyebilirim.Tavsiye ederim,

17 Nisan 2011 Pazar

THE GOOD HEART (İYİ YÜREK)

2010 yapımı The Good Heart filmini anlatıyorum.Bu filmi izleyeli bir ay kadar oldu.Aslında şu afişe bakarak hemen izlemeye karar verdiğim bi filmdi.Çok severim kasvetli,tozlu ahşap ağırlıklı loş ortamlarda geçen filmleri.Toz hariç öyle yerlerde takılmayı da severim gerçektede.İzlediğim versiyonunun kalitesi mi düşüktü bilmiyorum ama genel olarak filmin görünü mü de afiş gibi zaten.Bunlar artı puanlar tabi benim için.Sizi bilmem.Büyük ihtimalle değildir sizin için.

Başrolde Poul Dano adında gençce bi kardeşimiz oynuyor ki bu eleman da bi artı puan benim değerlendirmemde filmi.Eleman bi tuhaf.There Will Be Blood filminde fark etmiştim kendisini ilk, zaten gözden kaçacak gibi de değildi.Biraz abartılı da olsa iyi oynamıştı.Adamın fiziksel yapısı gereği hastalıklı tipleri oynamak konusunda doğal bir becerisi var.Bir rahatsızlığı olabilir bilemiyorum ama bana Messi'yi andırıyor ki onda da gelişim bozukluğu gibi bir hastalık vardı yanılmıyorsam.

Karekterin adı Lucas.Lucas bilmediğimiz bir nedenden sokakta yatıp kalkan,işsiz güçsüz ama zararsız da bi elemandır.Bu hayatının bir tercih olduğu kanısına vardım ben.Felsefi bir duruş sergiliyor olabilir.Kinik bir yaşam tarzı benimsediğini düşündüm bir an,Diyojen falan...derken baktım film akıyor,düşünmeyi bıraktım bu konuda.Neyse eleman intihar ediyor yaşadığı çöplükte,bir şekilde hastanede açıyor gözlerini.Kurtarıyorlar,yaşama dönüyor.O sırada Jacques ile tanışıyor.Jacques inatçı,insanları pek sevmeyen,alışkanlıklarının bozulmasından nefret eden,bencil ve umursamaz bir insandır.Kendisiyle hastanede tanışır Lucas,çünkü Jacques yine bir kalp krizi geçirmiştir.Kötü bir kalbi vardır ama sigara içki gırla gidiyordur.Jacques Lucas'ı yaşadığı ve sahip olduğu bara götürür ve burda kendisine yarımcı olmasını ister işlerde.Bu iki karekterin hayatları kesişmekle kalmamış birleşmiştir artık.Devamını anlatmayacağım izlemek isteyenler için tabi ki.

Filmde ilgi çeken şeylerden biri de Lucas karekterinin yaşama bakışıdır.İntahardan ve hayata dönüşünden sonra bu bakış değişmiştir tabi.Zaten intahardan öncesini pek bilmiyoruz ama tahmin edileceği gibi olduğundan daha kayıtsızdır yaşmaya karşı.Tuhaf bir karekterdir kısaca.Jacques ise zıt bir yapıdadır.Çıkar odaklı davranan,karar almada esnaf pratikliğine sahip kısaca bu dünyanın adamıdır.Ancak bu yanlız adam bu kadar çabanın ne için olduğunu sormalıdır bi yerde kendine.İyi yaşamak için gerçekten bu kadar zorlamak gerekiyor mudur ? Bu kadar bencil olmak bize ne getirir nihayetinde ? Belki de ihtiyacı olan tek şey sinirini bi kenara bırakıp biraz sakinleşmektir. gibi gibi..karekterlerde değişimler gözlenir.Filmin sonunu tahmin etmek kolay ama tahmin etmeyin güzelce izleyin bence.Daha önce de dediğim gibi önemli olan sadece son değildir.Oraya nasıl varıldığıdır.

Filmi ben beğendim.Güzel ve güneşli bir pazar günü izlenecek film değil söyleyim.Sakin bir akşam vakti ayaklar uzatılıp neskafe eşliğinde,karekter tahili yapılarak izlenecek hoş bir filmdir.Çok da derinlemesine incelemeler değil tabi bunlar ama ilginç diyologlar ve sahneler var özellikle takıldıkları bara gelen müşteriler enteresan.Kemik bi kadro var,hep aynı elemanlar takılıyo barda.Orda da bir kaç tuhaf karekter var ama sona geldik onu anlatmayım.

Sonuç: Tavisye ederim.

10 Nisan 2011 Pazar

Akademi Ödülleri üzerine cevaplar

Olumsuz yönde eleştiriler geldi,açıklama gereği duydum.Neymiş efendim oskar ödüllerinden çok bahsediyormuşum da,her filme başlarken önce aldığı ödüllerden başlıyormuşum.Evet öyle yapıyorum çünkü o odül çoğu zaman geçerli bir kriterdir.Yoksa ben de biliyorum milyon dolarları olan güzel adam ve kadınların kırmızı halıda ne giydiğine bakan bir kısım insanın hayata bakışlarının ne kadar düz olduğunu.Bu kıvrımsız beyinler aynı zamanda oskar gecesinde Ntv'ye çıkıp,ordan atıyorum Nicole Kidman geçerken,Nicole'ın elbisesini pek beğenmedim,bence ayakkabıları da saçına uymamış gibi yorumlar yaparlar sanki Nicole Kidman'la her hafta sonu bowling oynamaya gidip bira içiyorlarmışcasına ön adını kullanarak.Çok fazla ünlünün olduğu canlı yayınlanan bir magazin programı gibi olduğunu tabi ki biliyorum.O kırmızı halı geçiti denen iş kendi aralarındaki bir şıklık yarışıdır ki bizi de ilgilendirmez kanımca,hatta üzerimize vazife de değildir o insanların ne giydiği,tıpki bizim ne giydiğimizin onları ilgilendirmediği gibi.Evet duyar gibiyim,onlar bizim ne giydiğimiz ne görcek be yaaaa,dediğinizi bazılarınızın.Herşeyi de açıklattırmayın.Ne demek istediğimi biliyorsunuz.

Ben de karşıyım Amerikanın girdiği savaşlarda,psikolojik olarak yaklaşılan askerler üzerinden mağdur gibi gösterildiği filmlerin yüceltilmesine.Bunun en iyi örneği 2009 yılının en iyi film dalında oskarı alan The Hurt Locker.

Bu ödülü Anti-amerikan bir görüşle eleştirmeyi,toplumsal ve psikolojik etkileri bakımından yerden yere vurmayı da anlayışla karşılarım ancaaaak 1999 yılında neden en iyi film ödülü Fight Club'a değilde American Beauty'ye verildi diye bu organizasyonu yok saymak da akıl karı değil.Nasıl olurda 1994 yılında Esaretin Bedeli dururken Forrest Gumb ödülü alır veya ''Inception çok iyi filmdi abi nası o almaz ödülü'' demek biraz zoraki bir eleştiri olur.Nihayetinde film dediğin şey bir sanat icrasıdır ve çok fazla değerlendirme kriteri vardır.İşin daha önemli kısmı kişilere verdiği haz da değişebilir.''Zevkler ve renkler tartışılmaz abi'' gibi dümdüz bir yorum yapmayacağım.Tabi ki tartışılır ancak bir noktaya kadar.Sanat eserleri kalite bakımından işin ehli insanlar tarafından tartışılabilir elbette.Sakın kimse bana Demet Akalın denen kişinin yaptığı müzikle Chopin'in müziğini kıyaslayamayız,herkesin bir zevki vardır demesin,kalbini kırarım.Edebiyatta da aynı şekilde,benim yazdığım ve gün yüzüne henüz çıkarmadığım bir çok denemem ile Albert Camus'un denemelerini kıyaslayabilir miyim hiç? Olcak iş değil.Neticede bir kalite farkı vardır.Ancak o aşama geçildikten sonra işin zevk kısmına gelir dayanır iş.Yani belli bir kaliteden sonra başlar subjektif bakış açısı.Yanlış anlaşılamak istemem oskar ödüllerini veya amerikan film endüstrisinin üstünlüğünü savunmuyorum.Ancak şunu söylüyorum,kendi beğeninizi genel geçer bir kanun gibi görmek düpe düz aptallıktır.Ben de bu blogda bazı filmleri yerin dibine sokuyorum zaman zaman ama bu filmi nasıl bu kadar insan beğeniyor,bu nasıl bir zevkdir,böyle şey mi olur kim sever bu filmi gibi sözlerin gerçekten iler tutar yanı yok.Bunların hepsinin benim beğenim hakkında olduğunu baştan söyledim.Biri çıkıpta bu filmi beğendim derse ona saygı duyarım.Aynı şekilde beğenmedim diyene de.

Ekleyim,ben American Beauty'yi Fight Club'a tercih ederim.Ben onu daha çok beğendim.Aksini idda eder çoğunluk,olabilir.Ancak bu çoğunluk içinde Fight Club tehlikeli film insanları baş kaldırmaya teşvik ediyor,o yüzden oskarı American Beauty'ye verdiler diyen varsa baştan söyleyim yanılıyorlar.Çünkü Fight Club'da sunulun bütün ütopya,halkın sol kesimine inceden inceye verilen uyuşturucudur.Bir işe yaramadığı gibi insanların aktivist tavırlarını da kurutur.Eylem'e değil,düşündüğünüzü gördüğünüzden dolayı,oturup hayal kurmaya teşvik eder.Tıpkı şu an insanların Facebook gibi sitelerde bişeyleri eleştirince gerçekten bir tavır koymuş gibi hissetmesinden kaynaklanan uyuşukluğu ve görevini yapmış demokratik insanın huzurlu haline kavuşması gibi.Daha uzun sosyolojik bir inceleme yapmak lazım tabi ama yeri değil.Bu konudaki görüşüm de böyle.Ancak bunların hiç biri Fight Club'ın izlediğim en iyi filmlerden biri olduğu gerçeğini değiştimeyecek.

Sadece bunu açıklamak istedim.Tam da anlatamadım derdimi ama tam anlatsaydım zaten o kadar uzun bir yazıyı kimse okumazdı.Böyle iyi.Yeter.İşimize bakalım.

7 Nisan 2011 Perşembe

THE FIGHTER (DÖVÜŞÇÜ)

Boksla ilgili arka arkaya iki film denk geldi,sadece tesadüf.Yoksa Ali filminde de dediğim gibi pek haz etmem boks sporundan.
Bu senenin çok konuşulan filmlerinden biri Fighter'ı anlatıyorum.2010 yapımı olan bu film en iyi film,en iyi kurgu,en iyi orjinal senaryo,en iyi yardımcı kadın oyuncu ve en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülüne aday olmuştu akademi ödüllerinde,namı değer oskarda.En iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü Melissa Leo ile ve en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü de Christian Bale ile aldı film.
Aslına bakılırsa Christian Bale bekleniyordu ancak yardımcı kadın rolundeki ödülü Black Swan'daki Amy Adams'a gitmesini bekliyordum.Çok kişi de öyle bekliyordu.Ancak bu beklentinin nedeninin çoğu erkeklerden oluşan bu güruhun hanımefendinin güzelliğine kapılmış olmasından kaynaklandığı kuvvetli bir ihtimal gibi geliyor bana.Güzel çünkü.Yapcak bişey yok.
Gelelim Christian Bale'e.Adam yine çılgınlar gibi kilo vermiş,incecik olmuş.Daha önce makinist filminde 30 kiloya falan inmişti sanırım.İnsanın yüzünü buruşturan bir görünüme sahipti o dönem o yüzden burdaki hali beni o kadar şaşıtmadı.


İşte bu halde filmde.Kendisini bildiğimiz haline göre yine aşırı zayıf tabi.Yani adamın sağlıktan yana bir derdi yok herhalde.İnsan bu kadar kilo verip,sonra Batman için yine kaslanıp sonra yeniden çöp gibi kalırsa o vücüt isyan etmez ne yapar.Ancak yaptığı fedakarlık takdire şayan ayrı konu.Kendisi çok beğendim oyunculardandır.Ayrıca bu filmdeki performansı da bana ödül verin,ben iyi oyucuyum diye bağırıyor.Ancak biraz fazla bağırıyor.Ama netice itibarı ile başarılı.Neyse filme geçelim artık.
Film gerçek bir hikayeden uyarlanmış ve bunu ne kadar sevdiğimi daha önce söylemiştim sanırım.Hele bir de film biterken hikayedeki gerçek karekterleri şöyle bir gösterip,şu anda ne yaptıklarını yazmıyorlar mı...Evet gerçek bir hikaye ve sonradan gördüğümüz üzre tiplerini de olabildiğince benzetmeye çalışmışlar.En azından saçları falan benziyor işte.
Bu fotoraf filmin temasıdır özetle.Micky(Mark Wahlberg,solda,polis olan değil tabi ki)hayatını boks ile kazanan cabbar ceval bir delikanlıdır.Dicky ise(Christian Bale,sağda) eski bir boksördür.Kendisi Micky'nin abisi ve antranörüdür.Zamanında başarılı bir boksörmüş ancak başı uyuşturucu ile dertte.Aynı zamanda kendisi yaşadığı çevrede tanınan ve sevilen bir kişidir,bütün itliklerine ve dengesizliklerine rağmen.

Efendim bu da,Micky ve Dicky kardeşlerin yaşadığı ortam.Bunlardan beş altı tane daha var.Diğer kardeşleri,üvey kardeşleri,kuzenleri falan, bi de anneleri var ki çıyanın en önde bayrak tutanı.Hepsi lanet kadınlar olan bu topluluk beraber yaşıyor koloni gibi ve film boyunca kendilerinden nefret ettirtiyorlar. Çıkarcı,iki yüzlü,çirkef ve nalet hepsi.Pardon biraz kontolü kaybettim.Ancak gerçekten insanın bütün insan sevgisini alıp götürüyorlar.Bu bakımdan başarılı oyunculuklardan bahsedebiliriz.Ayrıca burda görünen orta sınıf amerikan ailesinin,fazlaca bir kesim gencimizin,kendilerine sadece iyi yanı,bir de süslenerek, gösterilmesinden kaynaklanan Amerikan hayranlığını da bir nebze olsun sarsmasını beklerim.Düz kafalı ve cahil olup buna rağmen insana yukardan bakabilecek kadar da cüretkar bir yapıları var.Tabi ki iyi,dürüst ve çalışkan olan amerikan insanını da tenzih ederim.Hepsi öyle diye bir sonuç çıkarılması lütfen.Hikayeye geçeyim artık.
Micky boksördür,abisi Dicky antranörüdür ve anneleri de menejeridir.Sonuç olarak bütün aile Micky'nin sırtından geçinmekte,hatta onu sömürmektedir.Micky de garibim,hiç şikayet etmez,başını eğer işini yapar,bi kamyon dayak yer yeri geldiğinde de gık demez.

Sonra Micky bu kızla tanışır ve kız buna verir ayarı,kullandırtma kendini,senin de hakların var,abin zaten ayyaş doğru düzgün yapmıyo işini, annen ve diğerleri desen alayı kan emici gel sen beni dinle,falan filan diye veriyo bi güzel buna ayarı.Kendisi de sütten çıkma ak kaşık değil tabi.Neyse tabi çarşı karışıyo ondan sonra.Aile içi tartışmalar,başarısız maçlar falan....hikaye gelişiyor.Gerisini anlatmıyım,zaten gerekenden fazla anlattım.Burda Micky'nin başta yaşama karşı kayıtsız tavrı çok ilginç.Kazanmak ve kaybetmek aslında çok da bişi ifade etmiyor ona.Çünkü bir bataklıkta yaşıyor.Öncelikle yapması gereken şeyin ordan çıkmak olduğunu anlaması gerekiyor...
Film güzel.Kuvvetli duygular var.Anlatım dili de gayet yalın ve akıcı.Bu sporu sevmeyen kişiler için de iyi bir yanı var,ayrıntılarla fazla sıkmıyor.Ancak boksun yapısı gereği çoşturucu bir yanı var,Rocky örneğinde olduğu gibi,nispeten az kullanılmış ama biraz daha olsaymış da göze batmazmış.Son olarak filmin adının dövüşçü olması sadece ringdeki mücadelesini değil,aynı zamanda yaşamdaki birey olabilme mücadelesini,topluma karşı mücadelesini de simgeliyor.Öyle de bi kelime oyunu yapmışlar.Hoş olmuş işte.
Sonuç: Tavsiye ederim.

5 Nisan 2011 Salı

ALİ


2001 yapım Ali filmini anlatıyorum hazırsanız.Değilseniz de yazı bekler,sıkıntı yok.Yönetmeni ,Heat,The Insider ve Public Enemies gibi filmlerin başarılı yönetmeni Micheal Mann.Baş rolde ise oskara aday gösterilme başarısına bile ulaşmış eski rapçi Will Smith var.Bu da benim Tupac hariç rapçilerin sinema dünyasından uzak durmalı tezime bir istisna olarak çıkıyor ortaya.Zaten Will Smith benim yaptığım bu genellemeye uyan bi tip değil.Kendisi şarkılarında onu vurdum bunu kestim gibi,sağa sola atar yapan bi kişi değildi.Naif bi şarkıcı kendisi.Neyse geçelim bu konuyu.
Bu filmi Muhammed Ali'yi çok seven bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine izlemiştim.Şahsen boks sporundan pek haz etmem.Nedenini uzun uzadıya anlatacak değilim,sadece sevmem diyeyim.Ancak Muhammed Ali saygı ile anılmayı hakeden bir sporcudur.Bu film de kendisini saygıyla anar.Gerçekler üzerine kuruludur.Tabi ki bunun bir belgesel değil film olması için biraz yorum gereklidir.Biraz var.Baştan söyleyim M.Ali'yi seviyorsanız mutlaka izleyin.Sadece hayatını merak edenler için de güzel bir tarih anlatısı olur.Zira Muhammed Ali'nin siyasi kimliği zaman zaman sporcu kimliğinin önüne geçmiştir.

Örneğin bu fotoraf,altında yazdığı gibi 1963 yılında New York'ta çekilmiş.Bu Muhammed Ali'nin(sağda) daha sonradan elinden alınan dünya ağır siklet boks şampiyonluğunun hemen ardından çekilmiştir.Yanındaki vatandaş da ünlü zenci hakları savunucusu Malcom X.Filmde de bu sahne aynı şekilde yansıtılmıştır.M.Ali'nin Malcom X ile olan ilişkisi görebiliyoruz filmde.Bu bakımdan Amerika'nın yakın siyasi ve toplumsal tarihini de anlatan bir belgesel niteliği de taşıyor film.

Bu da Ali'nin bilmem kimi knock out ettiği ünlü fotorafı.Bu sahnenin aynısı da film de var.Gerçekten de güzel olmuş.Will Smith bu rol için epey hazırlanmış belli.Sıradan bir insanın bir boksöre dönüşmesi takdir edersiniz ki kolay bir süreç değil.
Filmin bir güzel yanı da,bizi sıkıcı boks tabirleriyle sıkmıyor.Yani işin teknik kısmına pek girilmiyor.Bilen bilir,izlerken anlar,teknik kısmı ile de,yani boks sporunun ayrıntıları ile de uğraşılmış,yani Ali'nin tekniğinden bahsediyorum,ama bize uzun uzadıya anlatmıyor Orhan Ayhan gibi,yok kroşe,yok karaciğer yoklaması,ters guard falan...
Olumsuz eleştirim ise müzikle ilgili olacak.Çok mantıklı ve geçerli şekilde o zamanın müziklerini kullanmışlar.Fakat şöyle bir sorun var,bazı şarkılar o kadar uzun sürüyor ki Allahım lütfen bitsin artık dedirtiyor.Örneğin filmin başlarında bir şarkı başlıyor,aman yarabbi,sanırım 10 dakika falan sürüyor.Başta iyi hoş da,sonradan kabak tadı veriyor.Yönetmen olarak sadece müziğe bel bağlayıp sahne çekmek işin kolayıdır.Görüntünün tek başına gücüne veya oyunculuğa güvenememekten kaynaklanır.Bu yüzden Hollywood sinemasında bolca rastlanır.
Film biraz uzun sürüyor.Tarihsel gerçekliğe dayalı gidildiği için ve uzun bir dönem anlatıldığı için normal karşılıyorum.Ancak biraz sıkabilir.
Sonuç;İzlenir.

3 Nisan 2011 Pazar

THE SALTON SEA

Sanırım Türkçeye adı Salton Denizi olarak çevrilmiş olan 2002 yapımı bir filmi anlatıyorum şimdide.Yanlış anlaşılmak istemem.Filmlerin orjinal isimleri ile arşivlediğim için ve filmlerin isimleri herzaman türkçeye tam karşılığı olarak çevrilmediği için,doğal olarak,kimi zaman gerçekten bilmiyorum türkçe isimlerini.Neyse bunu da söylemiş oldum.İyi oldu.Zira bir kesim insan ki bunlar entellektüel açıdan kendilerini üstün göstermek için türkçelerini bildiği isimlerin bilerek ve özellikle vurgulayarak,ingilizcelerini kullanıyorlar,adamın asabını bozuyorlar.Bunu yaparak sadece ingilizceye hakim olan bir embesil olduğunu kanıtlayabilirsin sevgili dostum.Burdan da sana selam olsun.

Bu atarlı girişten sonra filme geçeyim.Ben gerçekten bu filmi severim.Nedenlerimden biri Val Kilmer'ın iyi bir oyuncu olduğunu düşünmem.Diğer nedenim ise; Uyuşturucu,silah,mafya,bozulmuş polis teşkilatı,aşk,psikoloji gibi temaların hepsini bir arada kullanıp,eline yüzüne bulaştırmamış bir film olmasıdır.Bazı düz kafalı yönetmen ve yapımcılar ne kadar fazla ilgi çeken konu eklersek o kadar güzel film olur diyerekten bu öğeleri bi güzel çorba yapıp içirtmeye çalışırlar bize.Ama bu öyle değil.

Filmleri sadece senaryo bazında değerlendirip onları matematik problemi haline getiren biri değilim ama bu sefer o açıdan bakıcam olaya.Şunu söylemeliyim ki,filmde gözüken bütün karekterler,bütün ayrıntılar bir şekilde senaryonun bütünlüğü içinde bir nihayete vardırılmış.Hiç bir karekter çıkarılamaz senaryodan,hiç bir ayrıntıya olmasa da olmaz diyemem şahsen.Bu açıdan gerçekten etkileyici.

Simgesel anlatımlardan bahsedecek değilim zira çok fazla var,oraya girersem yazı bayaa bi uzar,gerek yok gibi sanki.Son bir ayrıntı daha...

Film sonundan ip ucu vererek başlıyor.Fight Clup,American Beauty veya kitap severler için Karamazov Kardeşler gibi.Dediğim gibi amaç sonun öğrenmek değildir bir eserde.Son sayfayı açıp okumak kadar kolay olurdu herşey.Önemli olan geçirilen evreler ve varılan neticeye nasıl varıldığı.Yani kaliteli eserlerde durum budur.Sadece sonunundaki süpriz için yapılmış filmler de var.Ama ben onları anlatmıyorum.Çünkü ben Film Anlatıyorum diyerek sloganımı da vereyim.

Tam olarak fotorafını koyduğum bu sahnede Val Kilmer(Danny Parker ve/veya Tom Van Allen,zira ortada bir kişilik karmaşası vardır.Ama öyle fight clup tadında şizofrenik bi durum değil)bir aydınlanma yaşar.Aslında sadece hatırlar.Bize içine saplandığı uyuşturucu batağının tarihinden eğlenceli bir şekilde bahsettikten hemen sonradır bu.Gayet hoş bir başlangıcı var.Girişin önemi yadısınamaz.

Fark ettim de filmin gidişatından bahsetmedim.Danny Parker filmin ilerleyen dakikalarında bize yavaş yavaş anlatılan bir sebepten ötürü polislerle iş birliği yapan bir,nasıl desem,''keş''tir.Ortamlarda takılır,uyuşturucu satıcılarına gider bişiler alır,sonra onları polise satar,polis illegal şekilde cukkasını alır,buna üç buçuk koklatırlar.Ancak kendisi asla bu şekilde kişilerle bu şekilde işler yapacak biri değildir.Çünkü onun herkesten sakladığı bir sırrı vardır.Bunu da bize düşük dozlarda yavaş yavaş verir film,basit ve eğlenceli bir bulmaca gibi.

Dediğim gibi simgesel anlatımlara yer verilmiş.Sahneler oldukça hoş.Oyunculuklar iyi.Herşey iyi,hoş güzel...Biraz uzattım sanırım bu sefer.Buraya kadar gelenlerin sabrına müteşşekirim.

Sonuç;tavsiye ederim.İzleyiniz.






2 Nisan 2011 Cumartesi

Açıklama gereği duydum

Bloğumun adresi bildiğiniz gibi FİLİMANLATIYORUM.Bloğun adı da aynıydı bugüne kadar.Ama değiştirip FİLM ANLATIYORUM yaptım bloğun adını.Bunu bu kadar geç yapmamın sebebi doğrusunun FİLİM değil FİLM olduğunu yeni öğrenmem değil.Türk Dil Kurumunda o şekilde olduğunu biliyordum ama Filim bana daha Türkçe geliyor,bu yüzden onu kullanıyordum.Sonra otoriteye boyun eğmeye karar verdim.Neticede dil kurallarını herkesin kendi doğru bulduğu şekilde kullanması demek,yozlaşma ve bozulma demektir.

Ayrıca Türk Dil Kurumu da sütten çıkmış ak kaşık değil.Canı sıkıldıkça kelimelerin yazımlarını değiştiriyor.Takip edilmiyor ki.Hatta belki ben bunu yazarken yine bi hinlik peşindedirler,bi kelimenin yazımını değiştirip,sonra aa ! bak yanlış yazmış diyip insanları rencide etmenin planlarını yapıyorlardır.Büyük ihtimalle yapmıyorlar ama onun gibi şeylere yola açıyorlar.

Neyse bunu anlatma gereği duydum.Ama ara sıra tutarsızlık yapıp yine FİLİM yazabilirim.Çünkü hala onun daha doğru olduğu kanısındayım.(''Daha doğru'' deyişinin incelemesini de Green Hornet filminde yapmıştım)